Spinoza’nın Merceği ile Karşılaşmak
Spinoza’nın Merceği ile Karşılaşmak
Bir yanda bütünlüklü bir felsefe olan Spinoza’nın felsefesi, öte yanda kuramları, araştırmaları, uygulamalarıyla kendi yolunu arayan, araştırma nesnesinin cihazlardaki görüntüsünden, kafa içindeki beyni, nöronları, yolakları ile bunların bozukluklarını anlama çabası olan psikiyatrinin yaklaşımı. İkisi de insanın var olma çabasını artırma ortak arzusuna sahip. Biri tıp alanı yani pratik bir alan olarak anlama ve sağaltım çabasıyla diğeri pratik felsefesi; Ethica’sıyla.
Bir psikiyatrist neden felsefi meselelerle uğraşır ki? Psikiyatrinin inceleme alanı olan insan zihnine dair eski büyük düşünürlerin söylemleri insan meseleleriyle uğraşan herkeste büyük bir heyecan uyandırır elbette. Heyecanın ötesinde bir psikiyatrist örneğin duygudurum bozuklukları dendiğinde hemen bize tanı ölçütlerini sayabilir ama duygu nedir, bir insan duygu ile ne yapabilir soruları karşısında spekülasyonlara düşebilir. Bellek problemleri üzerine çok şey söyleyebilir ama geçmişi saklayan belleğin oluş halinde olan şimdide nasıl geçmişi saklayabildiği gibi metafizik sorular karşısında yanıtı zor sorulara dalabilir. Her an oluş halinde olan doğadaki insanın bilinçdışı yapılarından bahsedebilir ama başka türlü bir insan olabilme koşulları üzerine yaratıcı bir duruş sergilemeyip statik bir insan yapısı sunabilir.
Psikiyatrinin öyküsüne baktığımızda genel kavramlarından inceleme nesnesinin özelliğine, ‘insan herhangi bir nesne gibi ele alınabilir mi?’ sorularından, kahramanlarının krallar olduğu mitolojik öykülere dayanan oidipus kompleksi’yle sinemadan ekonomiye, sosyolojiden edebiyata, kültürden politikaya insanın elinin değdiği her şeyi çözmeye çalışan cemiyetlerin kuramlarına, ateorik bir zemin kurmaya çalışan nörotransmitter, yolak, reseptör, gen gibi biyolojik alanlara insanı sıkıştıran çalışmalara kadar çok yol aldığını düşünsek de 19.yy da kurulan psikiyatriye zemin sunan bilimimizin gözden kaçırdığı ve bağlantı kuramadığı bir felsefi zemin mevcut.
Psikiyatrinin kavramlarını metafiziksel alandan fiziksel alana tartışma konusu yapamamış bir felsefeden dolayı askıda olan kavramlar. Beden nedir, ruh nedir, birbiriyle ilişkisi nedir, duygu nedir, duygulanış nedir soruları; kimlik, kişilik, benlik, bozukluk, hastalık, gerçeği değerlendirme, gerçeklik kavramları yavaş yavaş felsefeye doğru yol almamızı sağlıyor. Psikojenik nöbet, organik olmayan psikoz, psikosomatik hastalık, organik olmayan hastalıklar vb gibi neden belirten tanımlamalar, neyi nasıl ve nerede inceleyeceğiz sorularını gündeme getiriyor.
Bu çıkmazlarda felsefeyle uğraşan birine tam yanıtlar oluşturmasa da Spinoza ve Spinoza’nın perdahladığı merceklerin genişliğiyle Deleuze’e açılan kaçış alanlarına yönelmek ve bu düşünürlerle karşılaşmak insanın önüne gezinecek yepyeni yaylalar çıkarabilir.
Doğup büyüdüğü toplumdan aforoz edilmiş Spinoza’yı okumaya başladığınızda 17. yy. düşünürünü değil de Tanrı aşkıyla sarhoş olmuş pre-sokratik bir filozofla karşılaştığınızı sanırsınız ve onun sarhoşluğuna eşlik edersiniz. Tam da bu nedenle, Spinoza’nın söylemediklerini söylerken ya da başaramadıklarını onun yerine başarırken bulabilirsiniz kendinizi, diye uyarıyor Çetin Balanuye, Bir Hakikat İfadesi Spinoza adlı kitabında. Bu sarhoşlukla gezinirken insan yersiz yurtsuz bir göçebe olarak bulabilir kendini, belki de bu nedenlerle Spinoza’nın mezar taşında ve yüzüğünde yazdığı gibi “CAUTE” yani “temkinli olmak” gerekiyor bir yerde de.
Spinoza, Antony Negri’nin deyişiyle çağının anomalisi, ayrıksı yanıyla beraber kendinden önceki düşünürlerle etkileşen, onların meselelerini kendi meselesi haline getiren biri.
Birlik, çokluk ve değişim tartışmalarıyla Parmenides ve Herakleitos, töz tartışmasıyla Aristoteles ve Platon, ‘nasıl yaşamalıyım?’ sorusunun cevabını arayan Stoa filozofları, insanbiçimci Tanrı anlayışının reddeden Maimonides, neden bağımsız bir ilk neden, etkin akıl gibi kavramlarıyla İbn-i Rüşd, rönesans sonrası bilimsel gelişmeleri, Latince ve Skolastik felsefeyi öğrendiği hocası Van den Enden, matematikle açıklanan bir dünyayı gösteren Bruno, Copernicus, Galileo, Kepler, ‘insan, insanın kurdudur’ diyen Hobbes, içinde bulunduğu dönemin entelektüel yaşamında tartışma konusu olan Descartes Spinoza’nın etkilendiği filozoflar arasındadır.
Spinoza etkilendiği filozoflarının yanı sıra hem çağdaşı olan hem de sonraki düşünürleri de etkilemiştir. Filozofu suçlayarak da olsa geniş çevrelere duyuran Bayle olmuştur. İçten bir Spinoza kabulü ve sevgisinin belki de ilk örneği Goethe‘de görülür. Leibnez, Nietzche, Marx, Bergson, Hegelci Marksizmin karşısına Spinozacı Marksizmi yerleştiren Althuser, Freud, Einstein, Deleuze ve nörobilimci Damasio filozofun etkilediği düşünürler arasındadır. Psikoloji biliminin kurucularından Wundt ve Helmholtz 1876’da Spinoza’nın Lahey’deki heykelinin inşası için katkıda bulunmuştur. Lacan 1964’teki açılış konferansına belki de Spinoza’yı çağrıştırarak ‘aforoz edilmek’ ismini vermiştir.
Ülkemizde ise Ulus Baker, Spinoza’nın tanınmasında büyük katkılarda bulunmuştur. Son dönemde Spinoza’ya olan ilgi tüm dünyada ve ülkemizde artmaktadır. Felsefede olduğu kadar siyasette, bilimde, edebiyatta ve sanatta da Spinoza’nın etkileri görülmekte, Spinoza kendini olumlayanlar kadar olumsuzlayanların da katkısıyla düşünce alanına etki etmektedir.
Filozofun eserlerine baktığımızda geometrik yöntemle yazılmış olan Ethica’nın, Spinoza’nın başyapıtı olduğu görülür. Geometri ile bilinenlerden gidilerek bilinmeyenlere ulaşılır; karmaşık bilgiler, basit bilgiler üzerine kesinlik içerecek şekilde elde edilir. Bir felsefe kitabının geometrik yöntemle yazılması ilginç görünse de o dönemde Descartes‘da olduğu gibi sıklıkla kullanılan bir yöntemdir. Bilinenlerden bilinmeyenlere yönelen görkemli örgü, Ethica’nın sayfaları ilerledikçe kendini açığa vurur.
Ethica, ismiyle ahlaki ilkeler öneren bir kitabı andırsa da, ahlak kitabı değil adeta bir fizik kitabı gibi diğer varolanlar arasında bir varolan olan insanı, günlük yaşantıları, karşılaşmaları ve etkilenişleri yepyeni bir biçimde ele alır.
Sadece insanların değil adeta tüm varlıkların birlikte ve etkileşme halinde olabilme koşullarını genel evrensel yasalar kapsamında anlamayı amaçlayan, varlıklar arasında herhangi bir hiyerarşi tanımayan, her türden aşkınlığı ve erekselliği reddeden, içkinliği ve tek tözde olmaklık bakımından her şeyin belirlenime sahip olduğunu dile getiren, natüralist anlayışa sahip bir kitaptır Ethica. Tanrı Hakkında, Ruhun Tabiatı ve Kökü Üzerine, Duygulanışların Kökü ve Tabiatı Üzerine, İnsanın Köleliği veya Duygulanışların Kuvvetleri Üzerine, Zihnin Gücü veya İnsanın Hürlüğü Üzerine olmak üzere beş bölümden oluşan bir kitap olarak karşımıza çıkar.
Döneminde tanrıtanımazlıkla suçlanan bir filozofun başyapıtının Tanrı’yla başlaması şaşırtıcıdır. Bu bize muazzam bir başlangıç ve metafizik zemin sunar. Pre-sokratiklerin her şeyin kökeni su’dur, ateş’tir, hava’dır, atom’lardır gibi varlığı tek bir töz olarak ele alan yaklaşımını andırır. Her yerde, her şeyde Tanrı ya da Doğa kendisini ifade eder.
Tanrı sözcüğünün Doğa ile değiştirilmesi Spinoza’nın düşüncesinin akışını anlamamızı kolaylaştırır ve bu akışta herhangi bir bozulmaya neden olmaz: Spinoza’nın deyişiyle, Deus sive Natura (Tanrı ya da Doğa).
Tanrı ya da Doğa, kendinin özü varlığı kuşatan, başka deyişle tabiatı ancak var olarak tasarlanabilecek olan, kendi kendisinin nedeni (causa sui) olmasıyla, sırf kendi tabiatının zorunluluğu ile var olan ve etkinliği yalnız kendisi ile gerektirilmiş bulunan yani hür, başsız ve sonsuz (eternel) bir tözdür (substrata) yani kendi başına var olan ve kendisi ile tasarlanan, yani kendisini teşkil edecek başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında fikir edindiğimiz şeydir.
Tek töz olan Tanrı ya da Doğa sonsuz sayıda sıfatta (atributum) -tözde onun özünü meydana getirmek üzere algıladığımız şeyde- kendisini ifade eder, biz insanlar bu sonsuz sayıda sıfattan sadece düşünce (res cogitans) ve uzamı (res extensa) kavrayabiliriz.
Şeylerin kendilerini ifade edişleri ise Spinoza’ya göre tavırlardır (modus). Kitabın ilk bölümündeki töz tartışmasından Parmenides ve Herakleitos’ta düğümlenen değişim tartışmalarına alan açmaya başlanır. Çevremizde gördüğümüz sonlu bütün varlıklar, bitkiler, hayvanlar, dağlar, kayalar ya da insanların her biri Tanrı ya da Doğa’nın kendisini ifade ettiği tavırlardır.
Bu tavırlar aracılığıyla Tanrı ya da Doğa’nın yaratması değil, doğasının zorunluluğundan kaynaklanan türeme gerçekleşir. Denizin kendisini dalgalarla ifade etmesi gibi olan bitenlerde Tanrı ya da Doğa kendisini ifade eder. Dalgalar değişse de denizin oluşu süreklilik halinde devam eder. Doğa zorunlu olarak kendini tavırlarla anlatır ve bu anlamda Doğa tüm tavırların içkin nedenidir. Tanrı doğadır ve en tartışmasız şekilde yaşayan varlıklarda kendisini gösterir.
Ethica’nın ikinci bölümü diğer varolanlar gibi bir varolan olan insana doğru yönelir Tanrı’nın ya da Doğa’nın özünden türeyen şeyler arasından insan denilen tavrın ne olduğunu ele alır. Zihin ve beden açısından insana odaklanır.
Descartes’a göre zihin (ruh) ve beden iki ayrı tözdür, Spinoza ise tam da bu düşünce tarzının karşısında durur. Spinoza’ya göre insan bedeni uzam sıfatı altında, insan zihni düşünce sıfatı altında Tanrı ya da Doğa’nın tavrıdır. Zihin, bedenin düşünce sıfatı altındaki karşı eşidir, aralarında bir paralelizm vardır. Bu paralelizmde zihin ve beden arasında nedensellik ilişkisi yoktur ve birinin diğerine üstünlüğü olmadığı varsayılır. Spinoza’ya göre insan zihni, insan bedeninin düşüncesidir (Ethica, Bölüm II, Önerme 13). Modern bilimde ve çağdaş düşüncede Descartesçı zihin ve beden düalizmi eleştiri konusu olsa da örtük bir düalizm kendisini hissettirir. Beyin ve zihin bir yerde tutulurken, beyin dışındaki beden ayrı bir yerde tutulur, örtük bir Descartesçı perde kendisini hissettirir. Esas beden bir anda gözden kaybolur, insan artık beyindeki faaliyetlerin bir ürünü olarak ele alınmaya başlanır.
Beden ve zihin tartışmaları ile psikiyatrinin tartışma alanına yavaş yavaş yol alıyoruz. Zihin bir başka bedeni, kendi bedenindeki değişiklikler (etkilenişler) üzerinden algılar. Algıladığı şey, dış cisimlerin doğasından çok bir anlamda kendi bedeninin doğasıdır. Edinmiş olduğumuz bilgiler, esasen kendi bedenimizin yapısı hakkında bilgi verir. Zihin, beden üzerinden bulgulanabilir doğadadır. Uzamsal düzlemde geometrik olarak şeyleri hareketlilik ve durağanlık açısından belirleyebiliyorsak şeylerin bedenlerimiz üzerindeki etkileyişini yani duygulanışları da geometrik düzlemde bedenimizden upuygun fikirlere ulaşarak düşünce sıfatında bilebiliriz. İşte duygulanışların geometrisi.
Karşılaşmalar, etkilenişler yani duygulanışlar dünyasında ‘Bir bedenin neler yapabileceğini bilemeyiz.’ der Spinoza. Bedenin etkilenişleri sonsuz karşılaşmaya muktedirdir. İnsan, bitki, hayvan, dağlar, ağaçlar her türlü oluş halinde olan her beden etkilenişlerini bedenleri içinde barındırır; Deleuze’ün deyişiyle görünenin altında görünmeyen bir yeğinlik alanı oluşur: İşte Spinozacı bilinçdışı. Nietzche’nin söylediği gibi, bilinç karşısında şaşar kalırız ama asıl şaşırtıcı olan bedendir, bedendeki bilinmeyenlerdir. Ne bir patikayı ne bir kral yolunu tasvir eder bu. ‘Bir bedenin neler yapabileceğini bilmeyiz’ söylemiyle Spinoza yeni bir model önerir: beden ve bedenlerin etkilenişlerinin kudreti.
Tam da burada Ethica’nın üçüncü bölümünde duygulanışlar karşımıza çıkar. Sıklıkla kullandığımız kavramlardan duygulanışların ve hislerin ne olduğu ve nasıl çalıştıkları gibi sorunların bilimsel yanıtlarının uzun süre önce aydınlatıldığını düşünsek de durum böyle değildir. Duygulanışların nasıl bastırılacağı ya da akılla nasıl kontrol altında tutulacağı her zaman bir mesele olarak tartışılmıştır. Günümüzde de bazıları tarafından duyguların bastırılması, düşüncelerle kontrol altına alınması gibi hedeflerle sağaltım planı dahi yapılır.
Spinozacı perspektiften bakan Damasio’ya göre duygulanışlar, yaşamsal döngünün düzenlenmesini ve hayatta kalmayı sağlar. Duygulanış (affectio), karşılaşılan nesnenin bilinçli analizini yapmadan oluşur. Bilinçdışıdır ve kaydedilir. Ve uzakta bir yerde değildir, bedendedir. Organizmanın bilinçli olmadan durumu değerlendirdiğinin göstergesidir bu. Damasio’ya göre hislerin temel içeriği vücudun belli bir durumunun haritalanmasıdır; hislerin ana malzemesi de bedensel durumu haritalandırarak bedensel durumun zihinsel görüntüsünü oluşturmaktır. Hislerin köken aldığı nesne ve olaylar bedenin dışında değil içinde yer alır. Herhangi bir anda bedenin durumuyla ilgili yanlış bir harita oluşabilir; mesela travma anlarında. Histeri ya da konversiyon tepkileri, güncel bedensel haritalardaki geçici fakat radikal değişimler sonucunda bedendeki bazı bölgeleri hissedememe ya da hareket ettirememe şeklinde ortaya çıkar. Bazı somatoform psikiyatrik bozukluklara da aynı şekilde açıklama getirilebilir.
İnsan resminden duygulanış ve hislerin çıkarılması, birbirini takip eden deneyimlerin organizasyonlarında bir fakirleşmeye neden olur. Sosyal duygular hisler düzgün bir şekilde kendini gösteremezlerse ve sosyal durumlar ile haz ve acı ilişkisi yıkılırsa birey otobiyografik kayıtlarında bulunan olayları duygu/his bağlamında iyi ve kötü olarak işaretleyip kategorize edemez. İyi ve kötü, duygulanışlar ile yani bedenle ilişkilidir. Spinoza için varolma kudretini artıran karşılaşmalar iyi, azaltanlar da kötü karşılaşmalardır. İyinin ve kötünün yeniden psikoterapilerde Platoncu iyi ve kötü ideası ötesinde bu bağlamda ele alınması geçmişin yeni baştan yazılmasını sağlayarak yeniden doğaya uygun bir haritalama sağlayabilir.
Spinoza için duygulanışlar (etkilenişler) ve türevleri olan varolma çabası(conatus) ve insanın özü olan arzu (cupiditas) yaşamı harekete geçiren güçtür. Şeyleri harekete geçiren neyse insanı harekete geçiren güç de buradadır. Arzu, insanın kendisine karşı sessiz bir tehdit ve yoldan çıkarıcı değildir. Arzu, yaşamın devindirici gücü ve bir üretim alanıdır. Adeta Nietzscheci bir söylemin ayak sesleri duyulur. Belki de bu nedenle Nietszche, Spinoza ile karşılaştığında ‘söyleyeceğim her şeyin daha önce söylendiğini gördüm’ demektedir.
Duygulanışlar ve bilinçdışından bahsetmişken Ulus Baker’in psikanalize karşı Spinozacı ve Deleuzecü bir etkilenişle yazdığı yazıları gözden kaçırmak olmaz. Ulus Baker, Freud’un evrensel ve hegemonik yönüyle oidipus emperyalizmi ve koloniciliği diye tanımladığı Freudcu bilinçdışı yerine Spinozacı bilinçdışını önerir: ‘Bir bedenin nelere muktedir olduğunu bilmiyoruz’ sözleri Ulus Baker’in Spinoza metinlerinde yankılanır: Ignoramus.
Ignoramus ‘başarısızlık’ ya da ‘eksiklik’ değil aksine yeni değerlerin, yeni deneylerin ve yeni arzuların üretilmesini uyaracak güçtür; sabit bir fikir değildir. Tavırların tekliğinden çoğulcu çeşitliliğe açılan bir türemenin yolunu gösterir. Ulus Baker, Spinoza felsefesine dayanarak psikanaliz kültüründe bedenin eksik tutulduğunu söyler, psikanalizin bedeni tanımadığını belirtir. Ego-ideali, imago, üstben, benlik gibi bedensiz alaşımlar oluşturduğunu ve herkese tam geldiği iddia edilen dar elbiseler biçtiğini dile getirir. Psikanalitik pratiğin hastayı salt kafasının içinde soyutladığını iddia eder. Divanda bedenini sabitlemiş zihinsel dünya Descartes’ın saray rahatlığında soba başında meditasyonları gibidir. ‘Düşünen Ben’ e indirgenmiş ve hapsedilmiş bir zihnin analizidir yapılan Ulus Baker’e göre. Spinozacı bir tutumla kafatası içine hapsolmuş düşünce tasarımına karşı bedeni öne çıkaran bir yaklaşım önerir Ulus Baker. Sert bir eleştiri sunar. Kapitalist toplumda her şeyin bir yatırım aracına dönüşmesi gibi Freud’un büyük keşfinde de libido bir yatırım malzemesidir; Spinoza’nın conatusu ve tarif ettiği arzu Ulus Baker’e göre bir üretim yeridir, çeşitliğin dinamosudur.
Baker, psikanalizin merkezinde bulunan haz ilkesi ve gerçeklik ilkesi gibi düalistik yaklaşımlara karşı çıkar. ‘Düalizm psikanalizin özünde olan bir hastalık gibi görünür diyen’ Ulus Baker’e göre hazzın da gerçekliğin de ilkesi olmaz. Gerçeklik, kendisini ilkelerin ötesinde ifade eder. ‘Freud ile takipçilerinin büyük kısmının genel eğilimi, gerçekliği varlığın bir sıfatı olarak kabul etmek olmuştur’ der. Spinoza’nın bilinçdışı uzaklarda, aşkın ve simgesel bir yerde değil, içkin ve buradadır, yani bedenin kendisindedir. Bedenin nelere gücünün yettiğini bilmiyoruz-ignaromus!
Bu ‘Bilmiyoruz’, Descartes düşüncesine, onunla birlikte varsayılan bütün sistemlere başkaldırı olmaktan çok topyekün bir savaş ilanıdır. Beden neler yapabilir, yapabileceklerinin sınırları nedir? Bizi bunları bilmekten değil Sokrates gibi bilmediğimizi itiraf etmekten ne alıkoyuyor belki de temel mesele bu. Neden bu kadar her şeyi açıklamak istiyoruz?
Spinoza için bedenin kendisi hakkındaki bilgiyi aştığının, düşüncenin kendisi hakkındaki bilinci aştığının gösterilmesidir önemli olan. Zihinde bilgimizi aşan ne kadar şey varsa bedende de bilgimizi aşan en az o kadar şey vardır. Spinoza, Ethica’nın dördüncü ve beşinci bölümlerinde insanın özgürlüğünden, edilgen duygulanışlardan etkin duygulanışlara bir geçişten bahseder.
Spinoza için düşünmenin salt kafatası içinde cereyan eden bir süreç olmadığı, bir taraftan bedenin bütün işlevlerini ve duygulanışlarını, heyecan ve tutkularını kapsadığı, öte yandan düşünsel süreçlere neden olabilecek sonsuz sayıdaki dış etmeni tanıdığı anlaşılıyor.
Bütün bu yönleriyle Spinoza ve onu takip eden düşünürlerin perdahladığı mercekler bize dünyaya bakmak ve ona eşlik etmek için alışılmış ve hegemonik düşüncenin dışında yepyeni alanlar açmaktadır. Her bir başlığın başlı başına tartışılmayı hak edecek öneme sahip olduğunun farkında olarak bu yazıda yaptığım okumalara dayanarak ve onları referans göstererek elimden geldiğince Spinoza ve psikiyatrinin ortak meselelerinde açılan kapıları kısaca ortaya koymaya çalıştım.
Kaynaklar
1.Spinoza, Ethica, çeviri: Çiğdem Dürüşken, Alfa Yayınları2014
2.Çetin Balanuye, Bir Hakikat İfadesi: Spinoza,Say Yayınları,2019.
- Ulus Baker, Ignoramus = Bilmiyoruz: Bilinçdışının Bir Eleştirisine Doğru,Aşındırma Denemeleri,İletişim Yayınları,2020.
- Antonio R. Damasio, Spinozayı Ararken, Odtü Yayınevi, 2018